pvFd. İnsan mı yaşadığı dünyaya yabancılaşır, dünya mı insana yabancılaşır?Octavio Paz’ın “Yalnızlık Dolambacı”nı Cem Yay., Çev. Bozkurt Güvenç, 1991 okurken geldi aklıma bu soru. Kitapta “Yalnızlığın Diyalektiği” bölümüne bayıldım. Ve açar açmaz; “Kişinin içinde yaşadığı dünyanın kendisine yabancılaşmış olduğunu bilmesi demek olan yalnızlık…” s. 215 ifadesi, bana yukarıdaki soruyu çağrıştırdı. Yaşadığımız dünyada kendimizi gurbette hissetmektir yalnızlık, doğru. Ve bu bir şuur. Paz, bundan dolayı “Bir anlamda yalnızlık kendini bilmektir.” der. Dünyanın bir gurbet olduğunu bildiğimizde kendimizi, dolayısıyla büyük yalnızlığımız’ı fark bu bir yana benim kafamı kurcalayan asıl soru şuydu Gerçekten içine doğduğumuz dünya mı bize yabancılaşır yoksa biz yaşadığımız süreçte aslında bu dünyaya ait olmadığımızı kavrayıp, giderek kendimizi gurbet’te bir yabancı’ gibi mi hissederiz?.. Kimdir yabancılaşan? Biz mi, dünya mı?.. İkisi arasında çok büyük fark var çünkü. Örneğin yaşadığımız dünyanın bize yabancılaşması, köklü ve hızlı değişimler sonucu hayatın ve zamanın bizden kopup gitmesidir. Bu durumda dünya dinamiktir de biz statiğizdir veya yavaşızdır, geri kalmışızdır. Kanaatimce bu anlamda yabancılaşmak ve yalnızlaşmak daha çok sosyolojinin konusu. “Kiralık Konak”ın Naim Efendisi’nin yalnızlığı veya “Eskici ve Oğulları”ndaki babanın yalnızlığı, toplumsal değişmenin doğurduğu bir yalnızlıktır. Lâkin Paz’ın ve benim kastettiğim yalnızlık bu değil!Ahmet Muhip Dıranas’ın “Kar” şiiri; “Sırf unutmak için unutmak ey kış!/ Büyük yalnızlığını dünyanın” dizeleriyle biter. Octavio Paz’ın kastettiği ve benim de anladığım, Dıranas’ın “Dünyanın büyük yalnızlığı” dediği varoluşsal yalnızlıktır. İnsan, doğumla birlikte geldiği yerden, bir bütünden -neresiyse o yer, ana yurt- kopup, yabancı olduğu bir dünyaya, gurbete düşer. Cemil Meriç de öyle düşünüyor, diyor ki; “yaşamak, kopmak demek, doğum da bir kopuş, bir parçalanış…” Jurnal 1, İletişim Yay., Psikanalistler de genelde doğumu bir kopuş, bir parçalanma olarak görürler. Örneğin Lacan, bebeğin kendi imgesini gördüğü ayna evresinde anneden, bütünden koptuğunu fark ettiğini, sonuçta bir travma yaşadığını, ancak anne ile bir olmak -rahme geri dönmek- istese de bir daha o bütüne dönemeyeceğini söyler. Tasavvufun diliyle konuşursak bu, “Mesnevî”de insanı temsil eden ney’in neyistandan ana yurt kopması gibidir. Nitekim İsmail Hakkı Bursevî “Mesnevî Şerhi”nde İnsan Yay., 2017 insanı temsil eden ney’in “zarurî bu âlem-i gurbete düş[tüğünü]” ve derece derece birlik mertebesi’nden indiğini, sonunda çaresiz yine vatanına dönmesinin lâzım geldiğini s. 98 söyler. Mevlâna da Lacan da Octavio Paz da aslında farklı argümanlarla o büyük ontolojik kopuş’tan ve bu kopuşun doğurduğu büyük yalnızlık’tan söz ediyorlar. Bu kopuş, insana büyük ıstırap veriyor, doğal olarak büyük bir özlemin de kaynağı. Zaten yalnızlık duygusu, “dışarıda bırakıldığımız ya da ayrılmak zorunda kaldığımız yere geri dönmek için duyduğumuz derin duygu” Yalnızlık Dolambacı, s. 230 değil mi? Mesnevî’de ney, bu yalnızlık duygusu, özlem sebebiyle inlemiyor mu? Patrick Süskind’in “Koku”sundaki koku’ da bir anlamda büyük bir yalnızlık, eksiklik yaşayan insanın ulaşmak istediği bütün’ü, sılasını sembolize etmiyor mu?..Peki dünyaya doğarak büyük bir yalnızlığın kucağına düşen insanın Mevlâna’nın neyistan diye adlandırdığı varlığın ana yurdu’na veya Octavio Paz’ın deyişiyle Yaratıcının kucağı’na geri dönmesi, koptuğu bütünle yeniden birleşmesi mümkün mü?Paz diyor ki; “Doğum eğer ölüm yolculuğunun başlangıcıysa, neden ölüm de doğumun başlangıcı olmasın?” s. 216-217Ne diyecektim? Aslında Octavio Paz’ın “Yalnızlık Dolambacı” adlı kitabını tavsiye edecektim. Size bir sır vereyim mi?Hayatı yaşadığınız gibi bir hâl üzere bulacaksınız. Bundan sebep bulduğunuz sizin yaşadığınız hâldir. Hakikatte ki olan hâl ama… Kendinizi kandırdığınız kısımlar kesinlikle hariç. Yani öyle şikayetlenmeyin sakın. Bir ikincisi ve bir dışarısı esasen vardır diyemeyiz. Evvelde çok bahsederdim ya bizi mağlubiyete uğratacak bu zanlarımız olacak diye. Bu da başkaca bir hakikat ama uzun da uzun işte. Neyse… Samimiyetle kendinizde yer verdiğiniz veya vermek istediğiniz ne varsa o sizin çizginizin rengidir’ . Bunu anladığınızda bulduğunuz her ne ise rengine karar verenin sizin bilerek ya da bilmeyerek bulunduğunuz hâlden sebep olduğu gerçeği bence kız ne diyor yine ya hu… Biraz aşko kuşko kısımlara geçelim buralar daha ilgi çekici ve dikkat toplayıcı çünkü. 😃Bu çağın bütün çirkinliklerine, kirliliklerine, kötülüklerine rağmen… Durun bir dakika! Gönlü asrı saadet olana her devir Rasulullah ﷺ muhabbetidir. Diyebildiğiniz an veya dakika Allahu Teala sizi bu yüzyıldan uzak olan bir takım güzelliklerle karşılayabiliyor. Çünkü siz bu çağa rağmen bu çağın günahlarından Allah'a ve Rasulüne ﷺ yine onların öncülüğünde o eski güzelliklere hicret etmiştiniz ya. Kalbinde Rasulullahın muhabbeti olana hangi devir asrı saadetten ayrıdır ki ☺️ Yani efendim demem o ki… Samimiyetle eskiye tutunursanız yani eski derken eskideki gibi mânâ dolu güzelliklere / Allah eskideki gibi olan mânâlara… Samimiyetle dünyaya ve ahir zamana tutunursanız yine Allahu Teala size bu devre göre nimetlenmeler ile muamele eder, edebilir. Dünya isteyen dünya, ahiret isteyen ahiret bulabilir. Elbette bu kalıp değildir. Dileyene dilediği gibi muamele eder çünkü O ﷻ en doğrusunu bilendir. Biz bir ihtimali aşikar edelim istedik. Ee demek ki neymiş? nasıl muamele gördüğümüz aslında bizim nasıl bir hâl üzere olduğumuza delilmiş. Muhteşem bir hakikat değil mi… O zaman hadi Allah ile aranızı düzeltin hemen. Bir karşılık için değil, kendi içinizde kurduğunuz o aleme mânen ve zahiren daha yakın olabilin diye. Denemek bedava. Olan, olduğunu bulur. Bulduğu olduğudur. 🙂Bu çağa rağmen bu çağdan uzak güzellikler ile bizleri nimetlendiren Rahman'a sonsuz kere sonsuz şükürler olsun. Şaka bir yana da. Duyan anladı, anlayan bir şarkı vardı ya, “ben duramam buralar dar efendim.” işte buralar bana böyle hissettiriyor artık. Aha geldim gidiyom, maksat dostlar beni hatırlasın. Çok durmamanın şifası ile. Olur mu öyle onun da şifası. Olur olur. Herkesin ilacı başkaca sen kendi ilacınla meşgul ol. 🙂Neyse güzel dostlar görüşmek üzere tekrardan. Kulak verdiğiniz için minnettarım. Allah'ın muhabbeti sadrınızın üzerine olsun🖐🏻☺️🌷🌹🌿لن تراني ✍︎︎ Osman Hoca ve Göz Aydınlığı 💍… Sonra anladım ki beklemek hep en güzeline kavuşabilmek içinmiş, şükür elhamdülillah. 14 Zilhicce 1443 “İnsan ait olduğu yeri bulunca fırtına diniyor, savaş bitiyor. Bir bahar başlıyor sonra … ” Bir şey koptu ama içimizde… Tarifi yok. Görevini tamamlayan çekiliyor. Bir kandilimiz daha söndü. 🥀 Bir fikrin ince gülü olmak… 🌷 Anonymous asked Hayırlı olsun. Rabbim rızası üzere birlikte bir ömür sürmeyi nasip eylesin. Merakımı maruz görün nasıl tanıştınız? Rehber olması sebebiyle sormak istedim umarım haddi aşmamışımdır. Teşekkür ederim. Amin inşallah 🌷🌿Estağfirullah hakkınız var evet, örnek teşkil edebilir. Görücü usulü bir tanışma. Çünkü helal dairesi her zaman kâfidir elhamdülillah ☺️ Anonymous asked Hayırlı mübarek olsun. Allah tamamına erdirsin ☺️💐 Amin inşallah. Çok teşekkür ederim 😊🌷 Efsaneyi hatırlayalım Türk, Arnavut ve Filistinli gençlerin tıpkı Osmanlı'daki gibi aynı kardeşlik melodisinden ses vermeleri, bir arada yan yana, cân cânâ. Her gördüğümde duygulanırım. Daim olsun 💚 “Bir okyanusu özlüyorum. Oysa hiç okyanus görmedim.” “Gitmeye değer yerlerin kestirmesi yoktur.” Büyük bir uykunun mevsimidir kış. Yalnızca doğa değil, insanoğlu da onunla birlikte bu uykuya hazırlar -bedenini değilse de- ruhunu. İlkbaharın sağaltıcı neşesi, yazın baştan çıkarıcı enerjisi ve sonbaharın hüznünün ardından, kış bir teselli gibi geliverir. Şimdi ruhu uykuya yatırma zamanıdır. Uyumanın ve unutmanın zamanı… Tıpkı Ahmet Muhip Dıranas’ın da dediği gibi “Beyaz dokusunda bu saf rüyanın/ Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış/ Sırf unutmak için, unutmak ey kış!/ Büyük yalnızlığını dünyanın.” “Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum” der Nâzım Hikmet ise. Çünkü unutabilmek için önce hatırlamamız gerekir. Ve biz o uzun kış ayları boyunca işte en iyi bunu yaparız. Çünkü, Tomris Uyar’ın da “Rüzgârı Düşün” adlı öyküsünde söylediği gibi “Yağan kar, gerilere sürüklüyor düşünceyi.” Önce her şey onun kokusunu duymamızla başlar. Tıpkı Füruzan’ın “Sabah Eskimişliğin” adlı öyküsünde olduğu gibi; “Havalar birden soğuyacak, sokaklar kış kokmaya başladı.” Ve sonra onun alametlerini görürüz, “Geçen gün yıkılan eski bir yapının ardında kış bulutlarının hazırlığını gördüm.” Bir şairse bambaşka inceliklerle duyumsar onun gelişini. Pablo Neruda, Kış Bahçesi adlı şiirinde, ruh ülkesinin mevsimlerinde, kış aylarını beklemeye ayırır “Kış gelmekte. Sessizliğe ve sarıya bürünmüş yavaş yapraklarla devredildi bana o muhteşem yazdırım./ Kardan bir kitabım, geniş bir el, bir kır, bekleyen bir çemberim ben, dünyaya ve onun kışına aidim./ Canlandı dünyanın söylentileri ormanlarda, sonra yanık yaraları misali kırmızı çiçeklerle çılgına dönüp tutuştu buğday, şarabın yazısını takdim etmek için güz geldi sonra hepsi geçti gitti, yazın son kadehiydi o firari gök, ve o gezgin bulut sönüp gitti./ Balkonda bekledim, büsbütün mutsuzdum, sanki dünyaya ve yalnız kalmış sevgilimin üstüne kanatlarını yaymak için çocukluğun bütün sarmaşıklarıyla gelmişti dün.…” Sait Faik Abasıyanık ise kışı yine tabii ki sevgili adasında karşılayacaktır. “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” adlı öyküsünde anlattığı gibi; “Kış, Ada’nın sahillerine lodoslarla beraber gelirdi. Kocayemiş ağaçlarının çamlarla birleştiği adanın lodos tarafında, hiçbir ev yoktur. Orada kocaman vahşi kayalar, tuhaf kuşlar ve derin uçurumlar vardır. Kalpazanlar Kayası’nın üstünden lodos aştığı zaman, adanın poyraz tarafındaki evlerinde sessiz bir hayat başlardı. Göçler gitmiş olurdu. Banyolar sökülmüş; köşkler küskün ve hayatsız dururdu. Küçük sandallar yer yer karaya çekilmiş bulunurdu. İşte balık zamanı bu zamandı. Kocaman gırgır kayıkları sahile başvururlar, torik ve palamut adanın etrafında bütün gün döner dolaşırdı. Kocaman kayıklar, kocaman bir şehre durmadan balık götürür, adaya para pul, bir iki çuval un, birkaç kilo et getirirlerdi. O sene kış ne kadar fazla olmuşsa balık da o nispette az çıkmıştı. Balığın az, kışın çok olması günah çıkartan papazı bile düşündürürdü.” Kışın soğuğu, doğanın giderek çıplaklığa bürünmesi doruk noktasına ulaştıkça, farkında olmadan biz de o ıssızlığı giyinmeye başlarız; koyu renk bir kadife ceket gibi ruhumuza… Füruzan için yarı donmak’tır bu “Soğuktan hiç hoşlanmam, sıcak bir ev mutluluğun yarısı sayılır. Hele kötü yapılmış yoksul evlerin yapışan kederli soğuğu… Kar oyunlarından ürken kısalmış, eski giysili çocukları o kadar iyi biliyorum ki… En çok üşüyen yerim ıslak ayaklarımdı; uyuştuğu zaman mangala yaklaşma, derlerdi. Yavaş yavaş kanım çözülürdü sıcakta; sonraları bunun yarı donmak olduğunu öğrendim.” Tezer Özlü için ise ruhuna gitme isteği uyandıran bir bunaltı… Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden “Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep.” Tomris Uyar’sa “Evin Sonu” adlı öyküsünde bizi İstanbul’un en soğuk günlerinden birine götürür ve küçük şeylerde aranan sıcaklık duygusunun altını çizer. “İstanbul sokaklarının ölü bir beyazlık yansıttığı o sessiz kışın en soğuk gününde Nermin, iki çocuğunu yünlere sarmış, Fatih’teki evinden kalkıp ta Çamlıca’ya annesine gelmişti. O gün bütün ayrıntılarıyla aklındaydı bir sürü küçük küçük, üstelik hiçbir olayla açıklanamayan, bir olaya hazırlık bile olamayacak yüzlerce ayrıntısıyla. Karın hızlandırdığı rüzgârda dağılıp paralanan bağlantısız incelikler yolların ıssızlığı, topuklar altında çatırdayan toprak yol, insan soluklarıyla buğulanmış bir vapur camından dışardaki karanlığı deniz ya da akşam gözleyiş, içerinin güven veren kargaşası çayfincanları, kaşıklar, ocağa koşuşturan garsonlar, sonra Çamlıca’ya çıkarken şoförün kulağındaki fiyakalı cıgara.” Öte yandan kışın o karanlık soğuğu belki de en çok okul çocuklarının ruhuna sızar. Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde tek bir cümleyle anımsatır bunu bize. Çok tanıdık bir his yılları aşıp da gelir, yüreğimize çörekleniverir. “Kış aylarında yağmur en çok bizim okulun beton avlusuna yağıyor.” Ama aynı yazar aynı kışın, bambaşka diyarlarda bambaşka bir yüzünü sunabileceğini de gösterir bize. Mevsimlerin değil, özgür olup olmama halinin yağdırdığını görürüz o hüznü bir yağmur gibi yüreğimize. Çünkü kalp hafifse, kış bile bir başka güzellik ve neşe vadeder; “Taşrada karlı günlerde okula kızakla gitmek bir başka coşku. Güneş, ağaçlar üzerine birikmiş kar kümelerini aydınlatıyor. Çocuklar kızağımı itiyor. Sınıflarda yanan küçük sac sobaların ısıtıp ısıtmadığını anımsamıyorum.” Kışla birlikte karın hükümranlığı başlar. "Beyaz ipek gibi yağdı kar/ bir kız kardan hafif yüreğiyle/ geçip gitti güvercinleri anımsatarak," der Ataol Behramoğlu. Kimine göre bir kuş kanadı gibi hafiftir kar, kimine göreyse yüreğe oturmuş bir demir yük kadar kalın ve sıkıntılı… Maharet ise onu dinlemekten geçer. Sessizliğiyle konuşur kar. Ona baktıkça, dinledikçe bize ayna olur. Suskunluğuyla asıl bizi konuşmaya, içimizi dökmeye kışkırtır ve çoğu zaman da bir arınma sunar. Tıpkı Orhan Pamuk’un Kar adlı romanında da gördüğümüz gibi… “Karın sessizliği, diye düşünüyordu otobüste şoförün hemen arkasında oturan adam. Bu bir şiirin başlangıcı olsaydı içinde hissettiği şeye karın sessizliği derdi. … Kar rüyalarda yağdığı gibi uzun uzun, sessizce yağarken cam kenarında oturan yolcu yıllardır tutkuyla aradığı masumiyet ve saflık duygularıyla arındı ve kendini bu dünyada evinde hissedebileceğine, iyimserlikle inandı.” Karla yükselen aşk Japon Edebiyatı’nın güçlü isimlerinden Yasunari Kavabata’nın Karlar Ülkesi’nde ise bir kentli erkeğin, ülkenin karlarla kaplı bir bölgesine çıktığı yolculukta tanıştığı geyşayla yaşadığı aşkın aracılığıyla aslında kendi kalbindeki karlı ülkeyle’ tanışmasına tanık oluruz. “Tren uzun bir tünelden çıkıp karlar ülkesine girdi,” diye başlar bu güzel roman. Ve biz de yalnızca nefis kar manzaralarını değil, asıl olarak bir yürekteki buza kesmiş peyzajı izleriz bir anlamda… “Gece göğünün altında her yer bembeyaz uzanıyordu. Tren bir işaret noktasında durdu. Vagonun karşı tarafında oturan kız geldi; Şimamura’nın yanındaki pencereyi açtı. Kar kokulu soğuk içeri doldu. Kız pencereden iyice sarkarak, ta uzaktaymış gibi, istasyon şefine seslendi. İstasyon şefi, elinde bir fener, karların üzerinden yavaş yavaş ilerledi. Yüzü ta burnuna kadar atkısına gömülü, kasketinin kulakları inikti. Bu kadar soğuk ha… diye düşündü Şimamura. Demir yolu lojmanları olan basık, kışlamsı yapılar, dağın buzlu yamacına yer yer serpiştirilmişti. Karın beyazlığı daha bunlara ulaşamadan karanlıklara karışıyordu.” Evet, bu kadar soğuktur ilk başta her şey Şimamura için. Ancak aşkı keşfettikçe, arınmaya başlar. Tıpkı karın arındırarak beyazlattığı, geleneksel yöre kumaşı gibi… “İplik karda bükülür, bez karda dokunur, karda yıkanır, karda ağartılırdı. İlk çıkrık dönüşünden son makasa kadar her şey karda yapılırdı. Çok eskiden beri böyleydi. Şijimi bezinin varlığı kardandır’ diye yazılmış. Şijimi bezinin anası kardır.’ Bu karlar ülkesinde otlardan dokunan şijimi bezi, karların geçit vermediği uzun kışlar boyunca köy kızlarının elinin emeğidir. Şimamura bu, kimin sırtına değdiği belirsiz olan elden düşme kimonolarını karda ağartılmaya’ gönderirdi. Kimonoları ta buralara, ilk dokundukları yerlere kadar göndermek güç işti. Gelgelelim Şimamura köy kızlarının döktüğü göz nurunu düşündükçe, ağartılma işinin, o kızların ülkesinde, yollu yolunca yapılmasını isterdi. Beyaz dokumanın kalın kar tabakasının üzerine serildiğini; hem karların, hem de dokumanın doğan güneşle kızıllaştığını düşündükçe, bezdeki bütün kirlerin yok olduğuna inanır, kendisi bile yıkanıp arınmış gibi gelirdi.” Bazen de düpedüz sihirdir kar. Mucizeler oluşturmaya muktedirdir. Dünyanın en güzel aşk romanı Anna Karenina’da adeta âşıkları kavuşturmak için çabalayan bir aşk perisi gibi davranır. Ve sonra da tüm sihriyle onlara nefis bir arka plan hazırlar. “Korkunç bir fırtına istasyonun köşesinden hücum ediyor ve tekerleklerin arasında tozu dumana katarak ıslık çalıyordu. Vagonların, direklerin, insanların, görünen her şeyin bir tarafı karla örtülüydü ve bu örtü giderek büyüyordu. Bir an fırtına durdu, fakat daha sonra karşı konulamaz gibi görünen dalgalar halinde tekrar esmeye başladı. … Anna ciğerlerini havayla doldurmak için bir kez daha derin bir soluk aldı ve tam kapı dikmesine tutunup vagona binmek için elini manşonundan çıkartmıştı ki, yanı başında asker kaputlu bir başka adam fenerin titrek ışığının önünden geçti. Anna çevresine bakındı ve Vronskiy’in yüzünü hemen tanıdı. … Bu sırada rüzgâr önündeki engeli aşmaya çalışırcasına vagonların üstlerinden karları sağa sola saçmış, kopmuş bir demir levhayı sarsmaya başlamıştı. Kar fırtınasının korkunçluğu şimdi Anna’ya daha güzel görünüyordu.” Bir aşk hikayesinin doğmasına yol açacak kadar romantik olan kar, ne tuhaftır ki aynı şiddette acımasız, öldürücü ve hatta düpedüz şeytani olabilir. Tıpkı hayat gibi… Sabahattin Ali’nin en bilinen öykülerinden biri olan “Ayran”, karın tüm acımasızlığını serer önümüze. Ailesine ekmek götürebilmek için köyün yakınlarından geçen tren yolcularına kar yağarken ayran satmaya çalışan çocuğun dramı, gece basıp eve dönüş yolunda karın öldürücü yüzüyle başbaşa kalınca bir trajediye dönüşür. “Köyden istasyona giden yol, eriyen karlarla diz boyu çamurdu. İki mızrak boyu yükselen güneş, tarlaları hâlâ örten karların üzerinde pırıltılarla ve göz kamaştırarak yanıyor, fakat yoldaki pis su birikintilerine vurunca donuk sarı bir renk alıp boğuluyordu,” diye başlayan öykü, adeta öykünün sonuna dair de bir önsezi taşır. Kış ölümü hatırlatır Çağdaş dünya edebiyatından İranlı yazar Goli Taraghi de benzer bir şekilde Kış Uykusu adlı romanında kışın soğuğuyla ölümü hatırlatır “Pencere aralıklarından, kapı altlarından, görünmez çatlaklardan rüzgâr doluyor içeriye. Kış geldi. … Ne kadar soğuk ve ne kadar yakıcı. Dünya buz tutmakta, dünya benimle birlikte yavaş yavaş ölmekte. Işıkları yakayım. Sandalyemi bahara döndüreyim ve battaniyeye sarılayım.” Karın saçtığı ışıkla bambaşka bir romanda daha karşılaşırız. Kısa bir süreliğine geldiği dağdaki sanatoryumda, yıllarını geçirmek zorunda kalan Thomas Mann’ın Büyülü Dağ romanının kahramanı Hans Castorp için kar yağmayı sürdürdükçe kıstırılmış halinin, cezaevini andıran duvarlarını daha da kalınlaştıran bir güce dönüşür. Yine de ne Hans ne de biz, karın o soğuk güzelliğinden etkilenmeyi de, her şeye rağmen aydınlığından kaynaklanan bir ümit duygusunu da elden bırakamayız. Kuşkusuz Mann, romanı aracılığıyla karın edebiyatta yarattığı en güzel sahneleri de armağan etmiş olur bize… “Hep ve her kötü havada, uzakta da olsa, kar insanın gözünün önündeydi hep, çünkü yarlarda ve kayalık vadi girişinde izleri olurdu ve her zaman güneyin en uzak dağ majestelerini karda selamlayan Ratikon zincirinin uçurumlarında, kalıntılar ve izler parıldardı Ama her ikisi de sürdü, hem kar yağışı hem de ısı düşüşü. Gökyüzü vadinin üzerinde soluk gri ve alçak duruyordu, sessiz ve sürekli inen kar taneleri abartılı ve insanı sakinleştiren bir bollukla düşüyordu ve hava her saat daha da soğuyordu. Hans Castorp’un odasında ısının yalnızca yedi derece olduğu sabah oldu ve sonraki gün yalnızca beş dereceydi. Bu, don idi ve haddini bildi, ama devam etti. Gece buz kesmişti, şimdi gündüz de üşünüyordu, hem de sabahtan akşama kadar, bu arada kar yağmaya devam ediyordu, kısa aralıklarla dördüncü, beşinci ve yedinci gün. Kar artık müthiş birikmişti, nerdeyse sıkıntı olmaya başlamıştı. Şelale yanındaki banka giden iş yolunu, keza vadiye inen yolda yürüyüş yolunu küremişlerdi; ama bunlar dardı, kenara çekilmek zordu karşılaşmalarda yana kar yığınına basmak gerekiyordu ki insan dizine kadar kara batıyordu. Yuları bir adamın elinde bir atın çektiği taştan bir kar ezici bütün gün bu kaplıca caddelerinde dolaştı durdu ve sarı renkte, eski frank usulü posta arabası stilinde bir kayak, önde beyaz yığınları kürerek yana atan bir kar sabanı, kaplıca semti ile Köy’ denen kuzey mahallesi arasında işliyordu. Bu yukardakilerin o dar, yüksek ve ırak dünyası şimdi kalın kürk giymiş ve sarınıp sarmalanmış gibi görünüyordu, beyaz bir başlık giymemiş hiçbir direk hiçbir dal kalmamıştı, Berghof girişine çıkan merdivenler kaybolmuş, eğimli bir düzeye dönüşmüştü, çamların bütün dallarında ağır, komik biçimli yastıklar vardı, orda burda kar yığını kayıyordu, toz duman olup bulut ve beyaz sis olarak ağaç gövdelerinin arasına iniyordu. Çepeçevre dağlar kar altındaydı, aşağı bölgeler buğuluydu, ağaç sınırını aşan çeşitli biçimlerdeki zirveler yumuşak bir örtünün altındaydı. Hava karanlıktı, güneş solgun bir ışık olarak sis perdesinin arkasında kalmıştı. Ama kar, dolaylı ve yumuşak bir ışık saçıyordu, dünyaya ve insanlara, beyaz ya da renkli yün boşlukların altında burunları kızarmış da olsa onlara yakışan sütlü bir aydınlık.” Öte yandan kar görkemlidir, güzeldir ve tüm soğukluğuyla, erişilmez bir ışıkla soluksuz bırakır bizi. Boris Pasternak’ın Doktor Jivago’sunda Lara ve Doktor Jivago ile birlikte karlar altındaki buz tutmuş, bir zamanların yazlık köşkünü birlikte dolaşmayı kaç kez hayal etmişizdir kim bilir. Bir zamanların o zarif yazlık köşkü artık bakımsızlıktan harabe hale gelmiş olsa da, karın yarattığı sihirle masalsı bir buzlar sarayına dönüşmüştür. Lara ve Jivago’nun aşkı mıdır bu yanılsamaya neden olan, yoksa karın sihirli beyaz gücü mü bilinmez. Ama çok da önemi yoktur zaten bilmenin, edebiyatın o kendi büyülü dünyasında… Karla arınan İstanbul Her ne kadar, Tomris Uyar, “Şubat, kötü bir rüzgâr olarak geldi bu yıl,” dese de, kar İstanbul’a bambaşka bir hava verir. Şehrin hüznüyle birleşince, ortaya 1001 Gece Masalları’nı andıran bir manzara çıkar. Karın İstanbul’a olan armağanı kuşkusuz, bu kadim şehri yorgunluklarından arındırıp ona zamansız, yaşsız bir çehre sunmasıdır. Ve bu halleri de en güzel Orhan Pamuk anlatır, İstanbul Hatıralar ve Şehir’de… “Kar çocukluğumun İstanbul’unun ayrılmaz bir parçasıydı. Kimi çocukların yaz tatilini bir yolculuğa çıkmayı iple çekmeleri gibi, ben de çocukluğumda karın yağmasını beklerdim. Dışarıya, sokaklara çıkıp karda oynayacağım için değil, kar altında şehir bana daha güzel’ gözüktüğü için. Bu güzellikten şehrin çamurunun, pisliğinin, çatlaklarının ve bakımsız yerlerinin örtülmesindeki yenilik ya da şaşırtıcılık duygusundan daha çok, karın şehre getirdiği telaş ve hatta felaket havasını kastediyorum. Her sene üç beş gün yağmasına, şehrin bir hafta on gün kar altında kalmasına rağmen, kar her seferinde İstanbulluları ilk defa yağıyormuş gibi hazırlıksız yakalar, yollar kesilir, savaş ve felaket zamanlarında olduğu gibi ekmek fırınlarının önünde hemen kuyruklar oluşur ve en önemlisi bütün şehir aynı konunun, karın etrafında bir cemaat duygusuyla birleşirdi. Şehir ve insanları dünyanın geri kalanından iyice koparak kendi dertleriyle içlerine kapandıkları için karlı kış günlerinde İstanbul hem daha tenhalaşmış, hem de masallardan çıkma eski günlerine biraz daha yaklaşmış gibi gelirdi bana.” İstanbul’un Boğaziçi’ni en güzel anlatan yazar ise edebiyatımızın dev isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar’dır kuşkusuz. “Bir gece evvelinden başlayan yağmur, şimdi kara çevirmişti. Nuran, karlı havada Boğaz’ı çok severdi,” der Huzur’da ve ardından da karlar altındaki İstanbul’u ve Boğaziçi’ni anlatarak bizi başka alemlere taşır. “Pencereden, karşı sırtları örten karın üstüne akşam, çok hafif ve daüssılalı bir pastel kızıllığı artmıştı. Her şey bu tül kadar ince rengin altında bir rüya hafifliğinde yüzüyordu. Fakat hava pusluydu. Yine yağacaktı. Ara sıra vapur düdükleri onları gömüldükleri köşede arayıp buluyor, içlerini, ıssız dalgalara teslim olmuş kıyıların, boş yalıların, rüzgârla kamçılanan iskele meydanlarının, bir koridor gibi muzlim ve hayattan uzak yolların hüznüyle dolduruyordu. Bu, İstanbul’un nadir görünen karlı havalarındandı. Sanki bütün mevsimi –lodosların yalancı yazına aldanarak- tembel tembel geçiren kış, birdenbire bu şubat sonunda, tam Şark usulü bir hızla harekete geçmiş ve bütün ihmallerini birkaç gün içinde tamamlamaya azmetmiş gibi, fırtına, sis, kar, tipi, eline ne geçerse hepsini kullanarak şehri altüst etmişti. Bir gün evvel, tulumbanın borusundaki suya varıncaya kadar her şey donmuştu. Bahçedeki ağaçlar üzerlerinden sarkan büyük buz parçalarıyla akşamın boşluğunda çok başka bir alemden gelmiş ağır, yaşlı hayallere benziyorlardı.” Kış gelir ve adımlarımızı yavaşlatır. Dünya biraz daha yavaş dönmeye başlar. Hatırlamaya çalıştıkça unutur, unutmaya çalıştıkça da daha beter hatırlarız! Bizi neşeli bir baş dönmesine sürükleyecek ılık bir rüzgârdan da, sabahları yüzümüzü gülümsetecek sarışın güneşten de yoksundur kış. Ama çok önemli bir şeye sahiptir. Dinlemesini bileni huzuruyla sarıp sarmalar. Bilgedir kış. Bize yeniden doğabilmek için önce durup dinlenmemiz gerektiğini öğretir. Bir kış ikindisinde, üstümüzde battaniye, elimizde sıcak bir bardak çay ile kitaplarımıza gömülmüşken bir şiir çarpar gözümüze ve işte o zaman kışın kendine has güzelliklerini bir mucize gibi yaşar, o tatlı uyku haline kayarız. “Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!/ Uyandırmayın beni, uyanamam./ Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,/ Allah aşkına, gök, deniz aşkına/ Yağsın kar üstümüze buram buram...” -Ahmet Muhip Dıranas

sırf unutmak için unutmak ey kış büyük yalnızlığını dünyanın